آخـــر الـــمـــشـــاركــــات

+ الرد على الموضوع
النتائج 1 إلى 2 من 2

الموضوع: ترجمة إلى التركية حياة الإمام محمد زاهد الكوثري من مقالة الدّكتور محمد أبو زهرة

  1. #1
    أستاذ بارز الصورة الرمزية نظام الدين إبراهيم أوغلو
    تاريخ التسجيل
    23/09/2007
    العمر
    68
    المشاركات
    661
    معدل تقييم المستوى
    17

    افتراضي ترجمة إلى التركية حياة الإمام محمد زاهد الكوثري من مقالة الدّكتور محمد أبو زهرة

    ترجمة حياة الإمام الكوثري من العربية إلى التركية للأستاذ نظام الدّين إبراهيم أوغلو عن مقالة الأستاذ الدّكتور محمد أبو زهرة

    İMAM KEVSERÎ


    Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra
    Çev: Nizameddin İBRAHİMOLU

    1.Müslümanlar, yaklaşık bir yıldan fazla bir zaman önce, dünya hayatının kötülüklerinden sakınarak ruhlarını yücelten, müminlerin Allah’a ibadete yöneldiği gibi ilme yönelen İslam âlimlerinden birini kaybetmiştir. Zira o, ilmin ibadetlerden biri olduğunu ve alimin bilgisiyle, başkasının rızasını değil, Allah’ın rızasını kazanmak istediğini, yeryüzünde prestij sağlamak, fesat çıkarmak, makam ve mevkilerin gücünü kullanmak gibi gayeler gütmediğini, bilgisini dünyalık menfaatler elde etmek için kullanmadığını, ancak Allah’ın (c.c) razısını kazanmak için, ilmiyle hakkı desteklediğini biliyordu. İşte İmam Kevseri böyle bir zat idi. Allah rahmet eylesin ve Allah ondan razı olsun.
    Kanaatimce bu yıllarda vefat eden âlimlerin hiç birinin yeri Kevseri’nin yerinin boş kaldığı gibi boş kalmamıştır. Çünkü o, ilmi geçim kapısı veya herhangi bir amaca ulaşmak için bir basamak olarak kullanmayan, aksine onu en üstün amaç ve hayal ettikleri en yüce makam olarak gören Selef-i Salihîn’in günümüzdeki bir temsilcisiydi. Zaten dinî ilimlerin ötesinde, ne müminin elde etmeyi amaçlayacağı bir gaye, ne de âlimin ulaşacağı bir hedef vardır.
    Kevseri “Âlimler peygamberlerin varisleridir” sözünün kendisinde gerçekleştiği bir alimdi. O, bu varisliği, kendisiyle övüneceği ve insanlara tepeden bakmasını sağlayacak bir onur olarak görmüyordu. Aksine İslam dininin yayılması, gerçeklerinin açıklanması, dinin özüne yönelik şüphelerin yok edilmesi, onun insanlara açık, net ve berrak bir şekilde sunulması, böylece onların dinin ışığına yönelmeleri ve karanlıkta bu ışıkla yollarını bulmaları uğrunda kutsal bir mücadele olarak değerlendiriyordu. Bu varislik, alime, peygamberlerin mücadele ettiği gibi, mücadele etme, onların üzüntü ve sıkıntılara sabrettikleri gibi sabretme ve doğru yola davet ettikleri kişilerden çektikleri gibi sıkıntılara uğrama sorumluluklarını yükler. Bu varislik ancak gereğini ifade etmiş görevini bilip hakkıyla yerine getirmiş olanlar için bir şereftir. İmam Kevseri de böyle bir zat idi.
    2.Bu Büyük imam, ne yeni bir mezhep kurmuş ne de daha önce örneği bulunmayan yepyeni bir davanın davetçisi olmuştur. Günümüzde halkın reformcu diye nitelediklerinden biri asla olmadığı gibi, onlardan daima uzak durmuştur. Hakikaten o bir “müttebi”dir, “mübtedi”değildir. Buna rağmen diyorum ki: O “tecdit” kelimesinin gerçek anlamı ile “müceddit”lerden biri idi; çünkü “tecdit”, insanların bugün algıladığı gibi, bağlarından sıyrılarak peygamber devrini reddedip görmezden gelmek değil, dine güzellik ve canlılığını yeniden kazandırmak, din hakkındaki şüpheleri yok etmek, dini insanlara, özündeki gibi saf, aslındaki gibi arı duru olarak sunmaktır. O halde sünneti yaşatmak, bidati yok etmek ve halk arasında dini dimdik ayakta tutmak “tecdit”tir.
    İşte doğru ve hakkıyla “tecdit” budur. İmam Kevseri, peygamberin sünnetini ihya vazifesini ifa etmiş, tarihin kıvrımları arasında gizli kalan sünnetle ilgili eserleri gün ışığına çıkarmış, ravilerinin metotlarını açıklamış, yazdığı makaleler ve telif ettiği kitaplarla peygamberin (s.a.v) kavlî, fiilî ve takrîrî sünnetini insanlara sunmuştur. Sonra da geçmişte sünnet üzerinde çalışan, ona hakkıyla sahip çıkan alimlerin çalışmalarına yoğunlaşarak, onların sünneti ihya etme amacına yönelik gayretlerini toplayan eserlerini yayınlamıştır. Böylelikle din sevgisi ruhlara aşılandı, kalpler kötülüklerden arındı, dünya işleri alimleri ahiretten alıkoymadı. Âlimler hiçbir zaman sultanların emrinde olmadılar.
    3.Kevseri, gerçek bir âlimdi. Onun bu yönünü âlimler de biliyordu, ancak çok azı onun kutsal mücadelesinin farkına varmıştı. Onu ilk karşılaşmamızdan yıllar önce hakkın ışığını yansıtan yazıları ve neşrettiği el yazmalarına düştüğü notlarla tanıdım. Vallahi bazen el yazması eser karşısındaki ilgim, üzerindeki notları koyan karşısındaki hayranlığıma göre zayıf kalıyordu. Bazen yazma, küçücük bir risale oluyor, Kevseri’nin notları onu hatırı sayılır bir kitap haline getiriyordu. Yorumlarında daha ilk bakışta derin kavrayışı, büyük birikimi ve sahip olduğu geniş ufuk göze çarpıyor, üstelik bunlara anlatım güzelliği, anlam inceliği, eleştirme gücü, hedefe isabet, düşünce ve yazıya hâkimiyet eşlik ediyordu. Bundan dolayı, okuyucu onun Arap olmadığını, yabancı olduğunu, aklının ucundan bile geçirmezdi.
    Aşırı tevazuundan dolayı, kitap isimlerinin yanına, Osmanlı döneminde ifa ettiği resmi görevini yazmazdı. Çünkü o, alimin onuru resmi görevi ile değil, ancak ilmi çalışmaları ile kazandığını biliyordu. Anlamlarının inceliğinin yanı sıra, metinlerinin kusursuz yapısı, anlatım kudreti ve güçlü üslubu nedeniyle bazı okuyucuları onun bir Türk yazar olduğunu akıllarının ucundan bile geçirmiyorlar, aksine Arap olduğunu, Arap olarak büyüdüğünü, Arap olarak yaşadığını, Arap memleketlerinden hiç dışarıya çıkmadığını sanıyorlardı.
    Bunda şaşırılacak bir şey yok; o soyca, çocukluk yıllarında ve İstanbul’daki normal hayatı süresince Türk, ancak ilmi çalışmalarına gelince, halis bir Arap idi, Arapça dışında hiç bir şey okumuyor, aydınlık zihnini, sadece Muhammedi Arap nuru ile dolduruyordu. Bu nedenle sadece, temel Arap çizgisine sonradan bulaşmış olan her türlü üslup özelliklerinden uzak arı-duru bir Arapçayla yazıyordu. Hatta fesahat yönünden hiç bir tartışmaya konu olmayan fasih ifadeleri seçerek kullanıyordu. Bu, onun nahiv ve belagat alanlarındaki dil kitaplarına ne kadar vakıf olduğunu göstermektedir. Dahası Arapça şiirler yazıyor, şiirleri de beğeniliyordu.
    4.Kevseri’nin bazı özelliklere sahip olması, onu yüceltti ve onu İslam dünyasında örnek kıldı. O ilmi ticarete tercih etti. Doğuya ve Batıya gösterdi ki, Müslüman alimin vatanı İslam topraklarıdır. O, dini hususunda kalitesizliğe ve bayağılığa asla razı olmaz, İslam dinini hor görene de yumuşak davranmazdı. Ona göre Allah’tan ve hakikatten başka bir irade söz konusu olamaz. Bir ülkede gerçeği söyleyemiyorsa, İslam dininin emirleri yüceltilmiyorsa, Müslüman âlimin orada yaşaması doğru olmaz. İsterse orası doğup büyüdüğü, kültürüyle beslenip yetiştiği öz vatanı olsun. Çünkü âlim, maddi yönü ile değil ruhu ile, geçici istekleri ile değil, sonsuz gerçeklerle yaşar. Allah katında ve ahirette seçkin olmak ona yeter. Dünyanın ve dünya ehlinin güç ve makamlarına gelince bunlar geçici bir gölge, değişken bir niteliktir.
    5.Bu büyük âlimin hayatına kısaca bir göz attığımızda, görürüz ki, o yokluklar ve sıkıntılar karşısında dirençli, samimi ve mücadeleci bir âlimdir. İslam ülkelerinde gezmiş, musibetlerle karşılaşmış, yerleşip kaldığı her yerde aydınlığı ve bilgiyi yaymıştır. Bölge bölge İslam topraklarını dolaşmış, gittiği her yerde onun tatlı kaynağından kana kana içen, gönüllerinde onun samimiyet ve iman dolu ruhunu yansıtan öğrenciler yetiştirmiş, bu arada bilgiyi hiçbir gösteriş ve eğrilik bulaştırmadan bütün saflığıyla sunmuş, Allah’ın kendisine verdiği ömür süresince, insanların hoşnut olmasına veya öfkelenmesine aldırmaksızın, hakkı söylemeyi sürdürmüştür.
    Öyle görünüyor ki, bütün bu güzel nitelikler onun damarlarında dolaşan kanda mevcuttu. Çünkü o, çocukluğundan itibaren mücadelenin içinde, gerçeğin/doğrunun peşinde oldu. Ailesinde takva, irade, cihat yolunda dayanıklılık ve sabır özellikleri vardı. O, direnişin, kuvvetin, beden ve ruh güzelliğinin, düşünce sağlamlığı ve derinliğinin yurdu Kafkasya’dan gelme bir ailenin çocuğuydu.
    Babası Kafkasya’dan İstanbul’a göçtü. Kevseri, hidayetin ve hakkın egemen olduğu bir ortamda dünyaya geldi. Dini ilimler tahsilini, yaklaşık yirmi sekiz yaşında pekiyi derece ile bitirdi. Ardından hocalık basamaklarında yükselerek, genç yaşta en yüksek mertebeye ulaştı. Derken, dünyaya kendi arzularına göre yön vermek maksadıyla, dünyayı önceleyenlerle karşılaşınca, gençliğinin baharında, arzuların çiçeklendiği, gençlik duygularının kaynaştığı bir çağda olmasına rağmen onları gözetlemeye koyuldu, dinini onların dünyasına, yeğledi. Lüks bir hayat yaşamaktansa, İslam’ın, değerlerini savunmayı tercih etti. Hatta Allah’ın rızasına matuf sürekli bir sıkıntıyı, insanların ve dünya işlerini ellerinde tutanların rızasını kazandıran refah içindeki bir hayata üstün tuttu. Zira Allah’ın rızasını kazanmak imanın en üst mertebesidir.
    6.O devirde devlet otoritesini ellerinde bulunduran İttihatçılar, dini okulların alanını daraltmak ve ders saatlerini kısmak istediklerinde, onlara karşı mücadele verdi. Allah razı olsun Kevseri, bu kısaltma operasyonlarının dini tedrisatı budamaya yönelik olduğunu anladı ve çare aramaya koyuldu. Düşündü, taşındı, ölçtü biçti, sonuçta onların bu isteğini boşa çıkardığı gibi, plandaki süreleri de uzattı. Çünkü bu sayede İslami ilimler öğrencisi, bu ilimlere derin bir vukuf kazanma, aldığı bilgileri hazmetme imkânı bulacaktır. Özellikle de Arap Dili ile eğitim alan yabancı bir öğrenci düşünüldüğünde.
    7.İmam Kevseri yükselmek için makam sahiplerine dayanmayan, bir arzusunu gerçekleştirmek veya ne kadar büyük olursa olsun, bir amacına erişmek için hiçbir zaman makam - mevki sahiplerine dalkavukluk etmeyen, her haliyle saygın ve onurlu bir alim olmuştur. O, Yüce makamlara ancak sağlıklı yolların ve doğru metotların ulaştırabileceğine inanırdı. Onurlu biri, şerefli bir amaca ancak ruhu zilletten koruyarak ulaşabilir. Çünkü ulu bir kişiye ancak onun gibi ulu biri ulaştırabilir. Dünyadaki güç ve iktidar sahiplerine dayanıp güvenmekle kazanılacak hiçbir şeref yoktur. Zira kim onlara dayanıp güvenirse Cenab-ı Allah katında değerli bir kul olamaz.
    8.O, (r.a) yüce ilimler (meâlî) yolunda büyük bir azimle çalıştı, gayret gösterdi. Sonuçta Türkiye’de şeyhülislam oldu. O, makamın hakkını bilenen insanlardandı. Dolayısıyla iktidar sahibi ne kadar otoriter ve güçlü olursa olsun, hiçbir konuda onu razı etme uğruna haddi aşmadı. Görevin gerektirdiği çizgiyi korumak uğruna, görevinden alınmayı kabul etti; hak yolunda her şeyinden vazgeçmek, batılın peşine takılıp gitmekten iyidir.
    9.Kevseri, şeyhülislamlık görevinden azledildi; ancak başkanlığını yaptığı mecliste kaldı ve bir zamanlar başkanlığını yaptığı mecliste üyeliğe indirilmesinde hiç bir sakınca görmedi, zira bu tenzil-i rütbenin sebebi, onurlu bir durum olduğu sürece ona göre makbuldür. Gerçekten de yüce ruhluluk, çalışanın amir ya da memur olarak çalışmasına engel değildir. Hadd-i zatında izzetin kaynağı Cenab-ı Hak’tır ve onu mübarek kılan da odur.
    10.Ancak şerefli, dürüst ve takva sahibi alim, en çetin sınavlarla sınanır. Nitekim izzetinin dayanağı Müslümanların umut kapısı o aziz vatanında – büyük İslam topraklarında- inançsızlığın yayıldığını, bu dinin yücelmesini istemeyenlerin kontrolü ele geçirmiş olduklarını, ve dinine sahip çıkanın elinde kor ateş tutana benzemeye başladığını görür. Kendisinin de her türlü işkenceye aday olduğunu, bir çıkış bulamadığı takdirde hapislerde çürütüleceğini, kısacası ilim ve talimle arasına engel konacağını anlar.
    Bu durumda imamın önünde üç seçenek vardır: Ya; eli kolu bağlı bir esir olarak hapishanelerin ücra köşelerine atılıp ilmi yok olacaktır; ki bu, ders vermeye, halkı bilgilendirmeye ve delilleriyle insanlara sunmak üzere dinin gizli hazinelerini bulup çıkarmaya alışmış bir alim için gerçekten ağır bir durumdur; ya da, dalkavukluk, yağcılık, …edecek, ilerisinde de ya kırk katır ya kırk satır… Yahut da hicret edecek, mademki, Allah’ın arzı geniş. Yüce Allah’ın şu ayetini hatırladı: “Allah’ın yeryüzü geniş değil mi? O halde orada hicret edersiniz.”
    11.Mısır’a hicret etti, oradan Şam’a geçti, Kahire’ye döndü, sora ikinci kez Şam’a döndü, nihayet Kahire’ye yerleşmeye karar verdi. Gerek Kahire’deki ikameti ve gerekse Şam seyahatleri esnasında daima bir ışık olmuş, ikametgâhı dar veya geniş olsun, medrese düzeyinde bilgi arayanların değil, gerçek ilim taliplerinin karargâhı bir okul olmuştur. Buralarda öğrenciler yazılan kitaplardan bilginin kaynaklarına ulaşmaktadır. İlim pazarı oldukça hareketli ve bereketlidir. Âlimlerin gönülleri İslam’la huzurludur. Kevseri bu araştırmacıların zihinlerini o eserlere çevirmekte, kapalılıklarını izah ederek, bilgisinin çağlayanından, düşüncesinin meyvelerinden sunarak onları bu kaynaklara yönlendirmektedir.
    12.Bu satırların yazarı, hocayla ancak vefatından iki sene önce görüşebildi, ancak ruhsal tanışmam yıllar öncesine, yazılarını okuduğum zamanlara uzanır. Neşrettiği bir yazma eser üzerine yazdıklarını, telif eserlerini okuyordum. Ancak benim de bu değerli alimin gönlünde, onun benim gönlümdeki yerine benzer bir yerimin olduğunu doğrusu tahmin bile edemezdim. Ta ki, Husnu’t-Tekadî fî Sîreti’l-Imam Ebû Yûsuf el-Kâdî adlı eserini okudum ve orada gördüm ki, Allah razı olsun, Ebû Yûsuf’a atfedilen çözümler bölümünde, benden güzel sözlerle bahsetme lütfunda bulunmuş. Büyük zatlardan, âlimlerden iltifatlar işittim, ancak ant olsun ki, hiçbir zaman bu değerli hocanın övgüsünden duyduğum kadar şeref duymadım. Çünkü bu övgü, ilmî madalyalar vermeye hakkıyla yetkili olan bir zatın takdir ettiği ilmî bir madalya idi.
    Onunla karşılaşmak için çabalıyor, ancak adresini bilmiyordum. Bir gün el-Ataba el-Hadra meydanında yürüyordum, nurlu ve vakarlı bir yaşlı adam gördüm. Ak saçları ve sakalları sanki bedeninden fışkıran hakikat nuru idi. Türk âlimlerin giydiği elbiseden giyiyordu. Suriye’den gelen öğrenciler etrafını sarmıştı, içimde onun aradığım hoca olduğu hissi uyandı. Öğrenciler ayrılır ayrılmaz birisine sordum, “Bu hoca kimdir?” “Kevseri Hoca” dedi. Hemen adresini öğrenmek üzere yanın koştum, kendimi tanıttım ve gördüm ki benim görüşme arzum gibi, o da benimle görüşmeyi istiyormuş. Daha sonra ziyaretine gittim ve gördüm ki o, eserlerinde tanıdığımdan da daha büyük bir âlim ve Mısır’daki bir hazinedir.
    13.Burada, hocanın hayatından ancak çok az kişinin muttali olduğu bazı hususlara değinmek istiyorum. Böylece ondan herkes faydalansın, tatlı kaynağına bütün ilim talebeleri varabilsinler, gürül gürül akan bu kaynaktan kana kana içip istifade etsinler istedim. Kahire Üniversitesi Hukuk Fakültesi meclisine Şeriat bölümü, şu önergeyi sundu: Fakültenin lisansüstü öğretim yapılan bölümlerinden Şeriat kısmında ders vermek üzere değerli hoca davet edilsin. Meclisin değerli üyeleri, hocanın İslam i ilimlerdeki yetkinliğini anlayıp, büyük ilmi çalışmalarını da tanıyınca meclis önergeyi kabul etti.
    Bu hadisenin hemen akabinde Şeriat bölüm başkanı ile birlikte, yanına gittik, ancak hem kendisinin hem de eşinin hastalığı ve gözünün az görmesi nedenleriyle, özür beyan ederek görevi kabul etmemesi ve mazur görülmesi hususundaki ısrarıyla karşılaşmamız, bizim için soğuk bir sürpriz oldu. Biz ricamızda ısrar ettikçe o da mazeretini beyan etmeyi sürdürdü. Artık hiç bir çaremiz kalmayınca ona beklediğimiz ve temenni ettiğimiz bu ilmi yardımlaşma konusunu bir kez daha düşünmesini rica ettik. Daha sonra yeniden tek başıma gittim, ricamı tekrarlayıp ısrarımı sürdürdüm. Bu kez benimle açıkça konuşarak dedi ki: “…Muhakkak ki orası ciddi bir ilim yeridir, ders vermem için güçlü olmam ve dersi istediğim gibi vermem gerekir, yaşlı ve rahatsız olmamın yanında, eşimin de rahatsızlığı, üstelik hayatta benden başka kimsesinin olmayışı, bütün bunlar bu görevi gönlüme göre yapmama müsaade etmiyor.”
    14.Hocanın huzurundan ayrılırken kendi kendime şöyle diyordum: Bu insan bedeninde ne ulvi bir ruh hapsolunmuş!.., İşte bu, Kevseri’nin ruhudur.
    Türlü belalarla sınanan ve hepsinin üstesinden gelen bu saygın kişi sevdiklerini kaybetmekle de imtihan edildi. Yaşarken çocuklarının hepsini kaybetti. Ölüm onları peş peşe alıp götürdü, her ölüme bir yürek yangını, her yürek yangınıyla ruhta açılan yaralar, kalbi dolduran hüzünler… Şüphesiz o, bütün bunlara “ilim” sayesinde dayanabildi; bir de Hz. Yakub’un o meşhur sözünü tekrarlayarak: “Artık (bana düşen) güzel bir sabırdır, yardım makamı ise Allah’tır.” Fakat sevinçte ve kederde hayat arkadaşı ya da ardı ardına gelen onca dertten sonra kader/keder arkadaşı sabretmeye çabalıyor, sabrını zorluyordu. Evet hoca onu teselli etmek, yaralarını sarmakla meşgul idi. Üstelik kendisi de tedaviye muhtaç iken.
    Sabır, şükür ve hamd ederek Rabbine yürüdü; nitekim günahsız sıddîklar da Rablerine böyle yürürler. Allah ondan razı olsun, ihsanıyla onu memnun etsin.


  2. #2
    أستاذ بارز الصورة الرمزية نظام الدين إبراهيم أوغلو
    تاريخ التسجيل
    23/09/2007
    العمر
    68
    المشاركات
    661
    معدل تقييم المستوى
    17

    افتراضي ترجمة إلى التركية حياة الإمام محمد زاهد الكوثري من مقالة الدّكتور محمد أبو زهرة

    ترجمة حياة الإمام الكوثري من العربية إلى التركية للأستاذ نظام الدّين إبراهيم أوغلو عن مقالة الأستاذ الدّكتور محمد أبو زهرة

    İMAM KEVSERÎ


    Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra
    Çev: Nizameddin İBRAHİMOLU

    1.Müslümanlar, yaklaşık bir yıldan fazla bir zaman önce, dünya hayatının kötülüklerinden sakınarak ruhlarını yücelten, müminlerin Allah’a ibadete yöneldiği gibi ilme yönelen İslam âlimlerinden birini kaybetmiştir. Zira o, ilmin ibadetlerden biri olduğunu ve alimin bilgisiyle, başkasının rızasını değil, Allah’ın rızasını kazanmak istediğini, yeryüzünde prestij sağlamak, fesat çıkarmak, makam ve mevkilerin gücünü kullanmak gibi gayeler gütmediğini, bilgisini dünyalık menfaatler elde etmek için kullanmadığını, ancak Allah’ın (c.c) razısını kazanmak için, ilmiyle hakkı desteklediğini biliyordu. İşte İmam Kevseri böyle bir zat idi. Allah rahmet eylesin ve Allah ondan razı olsun.
    Kanaatimce bu yıllarda vefat eden âlimlerin hiç birinin yeri Kevseri’nin yerinin boş kaldığı gibi boş kalmamıştır. Çünkü o, ilmi geçim kapısı veya herhangi bir amaca ulaşmak için bir basamak olarak kullanmayan, aksine onu en üstün amaç ve hayal ettikleri en yüce makam olarak gören Selef-i Salihîn’in günümüzdeki bir temsilcisiydi. Zaten dinî ilimlerin ötesinde, ne müminin elde etmeyi amaçlayacağı bir gaye, ne de âlimin ulaşacağı bir hedef vardır.
    Kevseri “Âlimler peygamberlerin varisleridir” sözünün kendisinde gerçekleştiği bir alimdi. O, bu varisliği, kendisiyle övüneceği ve insanlara tepeden bakmasını sağlayacak bir onur olarak görmüyordu. Aksine İslam dininin yayılması, gerçeklerinin açıklanması, dinin özüne yönelik şüphelerin yok edilmesi, onun insanlara açık, net ve berrak bir şekilde sunulması, böylece onların dinin ışığına yönelmeleri ve karanlıkta bu ışıkla yollarını bulmaları uğrunda kutsal bir mücadele olarak değerlendiriyordu. Bu varislik, alime, peygamberlerin mücadele ettiği gibi, mücadele etme, onların üzüntü ve sıkıntılara sabrettikleri gibi sabretme ve doğru yola davet ettikleri kişilerden çektikleri gibi sıkıntılara uğrama sorumluluklarını yükler. Bu varislik ancak gereğini ifade etmiş görevini bilip hakkıyla yerine getirmiş olanlar için bir şereftir. İmam Kevseri de böyle bir zat idi.
    2.Bu Büyük imam, ne yeni bir mezhep kurmuş ne de daha önce örneği bulunmayan yepyeni bir davanın davetçisi olmuştur. Günümüzde halkın reformcu diye nitelediklerinden biri asla olmadığı gibi, onlardan daima uzak durmuştur. Hakikaten o bir “müttebi”dir, “mübtedi”değildir. Buna rağmen diyorum ki: O “tecdit” kelimesinin gerçek anlamı ile “müceddit”lerden biri idi; çünkü “tecdit”, insanların bugün algıladığı gibi, bağlarından sıyrılarak peygamber devrini reddedip görmezden gelmek değil, dine güzellik ve canlılığını yeniden kazandırmak, din hakkındaki şüpheleri yok etmek, dini insanlara, özündeki gibi saf, aslındaki gibi arı duru olarak sunmaktır. O halde sünneti yaşatmak, bidati yok etmek ve halk arasında dini dimdik ayakta tutmak “tecdit”tir.
    İşte doğru ve hakkıyla “tecdit” budur. İmam Kevseri, peygamberin sünnetini ihya vazifesini ifa etmiş, tarihin kıvrımları arasında gizli kalan sünnetle ilgili eserleri gün ışığına çıkarmış, ravilerinin metotlarını açıklamış, yazdığı makaleler ve telif ettiği kitaplarla peygamberin (s.a.v) kavlî, fiilî ve takrîrî sünnetini insanlara sunmuştur. Sonra da geçmişte sünnet üzerinde çalışan, ona hakkıyla sahip çıkan alimlerin çalışmalarına yoğunlaşarak, onların sünneti ihya etme amacına yönelik gayretlerini toplayan eserlerini yayınlamıştır. Böylelikle din sevgisi ruhlara aşılandı, kalpler kötülüklerden arındı, dünya işleri alimleri ahiretten alıkoymadı. Âlimler hiçbir zaman sultanların emrinde olmadılar.
    3.Kevseri, gerçek bir âlimdi. Onun bu yönünü âlimler de biliyordu, ancak çok azı onun kutsal mücadelesinin farkına varmıştı. Onu ilk karşılaşmamızdan yıllar önce hakkın ışığını yansıtan yazıları ve neşrettiği el yazmalarına düştüğü notlarla tanıdım. Vallahi bazen el yazması eser karşısındaki ilgim, üzerindeki notları koyan karşısındaki hayranlığıma göre zayıf kalıyordu. Bazen yazma, küçücük bir risale oluyor, Kevseri’nin notları onu hatırı sayılır bir kitap haline getiriyordu. Yorumlarında daha ilk bakışta derin kavrayışı, büyük birikimi ve sahip olduğu geniş ufuk göze çarpıyor, üstelik bunlara anlatım güzelliği, anlam inceliği, eleştirme gücü, hedefe isabet, düşünce ve yazıya hâkimiyet eşlik ediyordu. Bundan dolayı, okuyucu onun Arap olmadığını, yabancı olduğunu, aklının ucundan bile geçirmezdi.
    Aşırı tevazuundan dolayı, kitap isimlerinin yanına, Osmanlı döneminde ifa ettiği resmi görevini yazmazdı. Çünkü o, alimin onuru resmi görevi ile değil, ancak ilmi çalışmaları ile kazandığını biliyordu. Anlamlarının inceliğinin yanı sıra, metinlerinin kusursuz yapısı, anlatım kudreti ve güçlü üslubu nedeniyle bazı okuyucuları onun bir Türk yazar olduğunu akıllarının ucundan bile geçirmiyorlar, aksine Arap olduğunu, Arap olarak büyüdüğünü, Arap olarak yaşadığını, Arap memleketlerinden hiç dışarıya çıkmadığını sanıyorlardı.
    Bunda şaşırılacak bir şey yok; o soyca, çocukluk yıllarında ve İstanbul’daki normal hayatı süresince Türk, ancak ilmi çalışmalarına gelince, halis bir Arap idi, Arapça dışında hiç bir şey okumuyor, aydınlık zihnini, sadece Muhammedi Arap nuru ile dolduruyordu. Bu nedenle sadece, temel Arap çizgisine sonradan bulaşmış olan her türlü üslup özelliklerinden uzak arı-duru bir Arapçayla yazıyordu. Hatta fesahat yönünden hiç bir tartışmaya konu olmayan fasih ifadeleri seçerek kullanıyordu. Bu, onun nahiv ve belagat alanlarındaki dil kitaplarına ne kadar vakıf olduğunu göstermektedir. Dahası Arapça şiirler yazıyor, şiirleri de beğeniliyordu.
    4.Kevseri’nin bazı özelliklere sahip olması, onu yüceltti ve onu İslam dünyasında örnek kıldı. O ilmi ticarete tercih etti. Doğuya ve Batıya gösterdi ki, Müslüman alimin vatanı İslam topraklarıdır. O, dini hususunda kalitesizliğe ve bayağılığa asla razı olmaz, İslam dinini hor görene de yumuşak davranmazdı. Ona göre Allah’tan ve hakikatten başka bir irade söz konusu olamaz. Bir ülkede gerçeği söyleyemiyorsa, İslam dininin emirleri yüceltilmiyorsa, Müslüman âlimin orada yaşaması doğru olmaz. İsterse orası doğup büyüdüğü, kültürüyle beslenip yetiştiği öz vatanı olsun. Çünkü âlim, maddi yönü ile değil ruhu ile, geçici istekleri ile değil, sonsuz gerçeklerle yaşar. Allah katında ve ahirette seçkin olmak ona yeter. Dünyanın ve dünya ehlinin güç ve makamlarına gelince bunlar geçici bir gölge, değişken bir niteliktir.
    5.Bu büyük âlimin hayatına kısaca bir göz attığımızda, görürüz ki, o yokluklar ve sıkıntılar karşısında dirençli, samimi ve mücadeleci bir âlimdir. İslam ülkelerinde gezmiş, musibetlerle karşılaşmış, yerleşip kaldığı her yerde aydınlığı ve bilgiyi yaymıştır. Bölge bölge İslam topraklarını dolaşmış, gittiği her yerde onun tatlı kaynağından kana kana içen, gönüllerinde onun samimiyet ve iman dolu ruhunu yansıtan öğrenciler yetiştirmiş, bu arada bilgiyi hiçbir gösteriş ve eğrilik bulaştırmadan bütün saflığıyla sunmuş, Allah’ın kendisine verdiği ömür süresince, insanların hoşnut olmasına veya öfkelenmesine aldırmaksızın, hakkı söylemeyi sürdürmüştür.
    Öyle görünüyor ki, bütün bu güzel nitelikler onun damarlarında dolaşan kanda mevcuttu. Çünkü o, çocukluğundan itibaren mücadelenin içinde, gerçeğin/doğrunun peşinde oldu. Ailesinde takva, irade, cihat yolunda dayanıklılık ve sabır özellikleri vardı. O, direnişin, kuvvetin, beden ve ruh güzelliğinin, düşünce sağlamlığı ve derinliğinin yurdu Kafkasya’dan gelme bir ailenin çocuğuydu.
    Babası Kafkasya’dan İstanbul’a göçtü. Kevseri, hidayetin ve hakkın egemen olduğu bir ortamda dünyaya geldi. Dini ilimler tahsilini, yaklaşık yirmi sekiz yaşında pekiyi derece ile bitirdi. Ardından hocalık basamaklarında yükselerek, genç yaşta en yüksek mertebeye ulaştı. Derken, dünyaya kendi arzularına göre yön vermek maksadıyla, dünyayı önceleyenlerle karşılaşınca, gençliğinin baharında, arzuların çiçeklendiği, gençlik duygularının kaynaştığı bir çağda olmasına rağmen onları gözetlemeye koyuldu, dinini onların dünyasına, yeğledi. Lüks bir hayat yaşamaktansa, İslam’ın, değerlerini savunmayı tercih etti. Hatta Allah’ın rızasına matuf sürekli bir sıkıntıyı, insanların ve dünya işlerini ellerinde tutanların rızasını kazandıran refah içindeki bir hayata üstün tuttu. Zira Allah’ın rızasını kazanmak imanın en üst mertebesidir.
    6.O devirde devlet otoritesini ellerinde bulunduran İttihatçılar, dini okulların alanını daraltmak ve ders saatlerini kısmak istediklerinde, onlara karşı mücadele verdi. Allah razı olsun Kevseri, bu kısaltma operasyonlarının dini tedrisatı budamaya yönelik olduğunu anladı ve çare aramaya koyuldu. Düşündü, taşındı, ölçtü biçti, sonuçta onların bu isteğini boşa çıkardığı gibi, plandaki süreleri de uzattı. Çünkü bu sayede İslami ilimler öğrencisi, bu ilimlere derin bir vukuf kazanma, aldığı bilgileri hazmetme imkânı bulacaktır. Özellikle de Arap Dili ile eğitim alan yabancı bir öğrenci düşünüldüğünde.
    7.İmam Kevseri yükselmek için makam sahiplerine dayanmayan, bir arzusunu gerçekleştirmek veya ne kadar büyük olursa olsun, bir amacına erişmek için hiçbir zaman makam - mevki sahiplerine dalkavukluk etmeyen, her haliyle saygın ve onurlu bir alim olmuştur. O, Yüce makamlara ancak sağlıklı yolların ve doğru metotların ulaştırabileceğine inanırdı. Onurlu biri, şerefli bir amaca ancak ruhu zilletten koruyarak ulaşabilir. Çünkü ulu bir kişiye ancak onun gibi ulu biri ulaştırabilir. Dünyadaki güç ve iktidar sahiplerine dayanıp güvenmekle kazanılacak hiçbir şeref yoktur. Zira kim onlara dayanıp güvenirse Cenab-ı Allah katında değerli bir kul olamaz.
    8.O, (r.a) yüce ilimler (meâlî) yolunda büyük bir azimle çalıştı, gayret gösterdi. Sonuçta Türkiye’de şeyhülislam oldu. O, makamın hakkını bilenen insanlardandı. Dolayısıyla iktidar sahibi ne kadar otoriter ve güçlü olursa olsun, hiçbir konuda onu razı etme uğruna haddi aşmadı. Görevin gerektirdiği çizgiyi korumak uğruna, görevinden alınmayı kabul etti; hak yolunda her şeyinden vazgeçmek, batılın peşine takılıp gitmekten iyidir.
    9.Kevseri, şeyhülislamlık görevinden azledildi; ancak başkanlığını yaptığı mecliste kaldı ve bir zamanlar başkanlığını yaptığı mecliste üyeliğe indirilmesinde hiç bir sakınca görmedi, zira bu tenzil-i rütbenin sebebi, onurlu bir durum olduğu sürece ona göre makbuldür. Gerçekten de yüce ruhluluk, çalışanın amir ya da memur olarak çalışmasına engel değildir. Hadd-i zatında izzetin kaynağı Cenab-ı Hak’tır ve onu mübarek kılan da odur.
    10.Ancak şerefli, dürüst ve takva sahibi alim, en çetin sınavlarla sınanır. Nitekim izzetinin dayanağı Müslümanların umut kapısı o aziz vatanında – büyük İslam topraklarında- inançsızlığın yayıldığını, bu dinin yücelmesini istemeyenlerin kontrolü ele geçirmiş olduklarını, ve dinine sahip çıkanın elinde kor ateş tutana benzemeye başladığını görür. Kendisinin de her türlü işkenceye aday olduğunu, bir çıkış bulamadığı takdirde hapislerde çürütüleceğini, kısacası ilim ve talimle arasına engel konacağını anlar.
    Bu durumda imamın önünde üç seçenek vardır: Ya; eli kolu bağlı bir esir olarak hapishanelerin ücra köşelerine atılıp ilmi yok olacaktır; ki bu, ders vermeye, halkı bilgilendirmeye ve delilleriyle insanlara sunmak üzere dinin gizli hazinelerini bulup çıkarmaya alışmış bir alim için gerçekten ağır bir durumdur; ya da, dalkavukluk, yağcılık, …edecek, ilerisinde de ya kırk katır ya kırk satır… Yahut da hicret edecek, mademki, Allah’ın arzı geniş. Yüce Allah’ın şu ayetini hatırladı: “Allah’ın yeryüzü geniş değil mi? O halde orada hicret edersiniz.”
    11.Mısır’a hicret etti, oradan Şam’a geçti, Kahire’ye döndü, sora ikinci kez Şam’a döndü, nihayet Kahire’ye yerleşmeye karar verdi. Gerek Kahire’deki ikameti ve gerekse Şam seyahatleri esnasında daima bir ışık olmuş, ikametgâhı dar veya geniş olsun, medrese düzeyinde bilgi arayanların değil, gerçek ilim taliplerinin karargâhı bir okul olmuştur. Buralarda öğrenciler yazılan kitaplardan bilginin kaynaklarına ulaşmaktadır. İlim pazarı oldukça hareketli ve bereketlidir. Âlimlerin gönülleri İslam’la huzurludur. Kevseri bu araştırmacıların zihinlerini o eserlere çevirmekte, kapalılıklarını izah ederek, bilgisinin çağlayanından, düşüncesinin meyvelerinden sunarak onları bu kaynaklara yönlendirmektedir.
    12.Bu satırların yazarı, hocayla ancak vefatından iki sene önce görüşebildi, ancak ruhsal tanışmam yıllar öncesine, yazılarını okuduğum zamanlara uzanır. Neşrettiği bir yazma eser üzerine yazdıklarını, telif eserlerini okuyordum. Ancak benim de bu değerli alimin gönlünde, onun benim gönlümdeki yerine benzer bir yerimin olduğunu doğrusu tahmin bile edemezdim. Ta ki, Husnu’t-Tekadî fî Sîreti’l-Imam Ebû Yûsuf el-Kâdî adlı eserini okudum ve orada gördüm ki, Allah razı olsun, Ebû Yûsuf’a atfedilen çözümler bölümünde, benden güzel sözlerle bahsetme lütfunda bulunmuş. Büyük zatlardan, âlimlerden iltifatlar işittim, ancak ant olsun ki, hiçbir zaman bu değerli hocanın övgüsünden duyduğum kadar şeref duymadım. Çünkü bu övgü, ilmî madalyalar vermeye hakkıyla yetkili olan bir zatın takdir ettiği ilmî bir madalya idi.
    Onunla karşılaşmak için çabalıyor, ancak adresini bilmiyordum. Bir gün el-Ataba el-Hadra meydanında yürüyordum, nurlu ve vakarlı bir yaşlı adam gördüm. Ak saçları ve sakalları sanki bedeninden fışkıran hakikat nuru idi. Türk âlimlerin giydiği elbiseden giyiyordu. Suriye’den gelen öğrenciler etrafını sarmıştı, içimde onun aradığım hoca olduğu hissi uyandı. Öğrenciler ayrılır ayrılmaz birisine sordum, “Bu hoca kimdir?” “Kevseri Hoca” dedi. Hemen adresini öğrenmek üzere yanın koştum, kendimi tanıttım ve gördüm ki benim görüşme arzum gibi, o da benimle görüşmeyi istiyormuş. Daha sonra ziyaretine gittim ve gördüm ki o, eserlerinde tanıdığımdan da daha büyük bir âlim ve Mısır’daki bir hazinedir.
    13.Burada, hocanın hayatından ancak çok az kişinin muttali olduğu bazı hususlara değinmek istiyorum. Böylece ondan herkes faydalansın, tatlı kaynağına bütün ilim talebeleri varabilsinler, gürül gürül akan bu kaynaktan kana kana içip istifade etsinler istedim. Kahire Üniversitesi Hukuk Fakültesi meclisine Şeriat bölümü, şu önergeyi sundu: Fakültenin lisansüstü öğretim yapılan bölümlerinden Şeriat kısmında ders vermek üzere değerli hoca davet edilsin. Meclisin değerli üyeleri, hocanın İslam i ilimlerdeki yetkinliğini anlayıp, büyük ilmi çalışmalarını da tanıyınca meclis önergeyi kabul etti.
    Bu hadisenin hemen akabinde Şeriat bölüm başkanı ile birlikte, yanına gittik, ancak hem kendisinin hem de eşinin hastalığı ve gözünün az görmesi nedenleriyle, özür beyan ederek görevi kabul etmemesi ve mazur görülmesi hususundaki ısrarıyla karşılaşmamız, bizim için soğuk bir sürpriz oldu. Biz ricamızda ısrar ettikçe o da mazeretini beyan etmeyi sürdürdü. Artık hiç bir çaremiz kalmayınca ona beklediğimiz ve temenni ettiğimiz bu ilmi yardımlaşma konusunu bir kez daha düşünmesini rica ettik. Daha sonra yeniden tek başıma gittim, ricamı tekrarlayıp ısrarımı sürdürdüm. Bu kez benimle açıkça konuşarak dedi ki: “…Muhakkak ki orası ciddi bir ilim yeridir, ders vermem için güçlü olmam ve dersi istediğim gibi vermem gerekir, yaşlı ve rahatsız olmamın yanında, eşimin de rahatsızlığı, üstelik hayatta benden başka kimsesinin olmayışı, bütün bunlar bu görevi gönlüme göre yapmama müsaade etmiyor.”
    14.Hocanın huzurundan ayrılırken kendi kendime şöyle diyordum: Bu insan bedeninde ne ulvi bir ruh hapsolunmuş!.., İşte bu, Kevseri’nin ruhudur.
    Türlü belalarla sınanan ve hepsinin üstesinden gelen bu saygın kişi sevdiklerini kaybetmekle de imtihan edildi. Yaşarken çocuklarının hepsini kaybetti. Ölüm onları peş peşe alıp götürdü, her ölüme bir yürek yangını, her yürek yangınıyla ruhta açılan yaralar, kalbi dolduran hüzünler… Şüphesiz o, bütün bunlara “ilim” sayesinde dayanabildi; bir de Hz. Yakub’un o meşhur sözünü tekrarlayarak: “Artık (bana düşen) güzel bir sabırdır, yardım makamı ise Allah’tır.” Fakat sevinçte ve kederde hayat arkadaşı ya da ardı ardına gelen onca dertten sonra kader/keder arkadaşı sabretmeye çabalıyor, sabrını zorluyordu. Evet hoca onu teselli etmek, yaralarını sarmakla meşgul idi. Üstelik kendisi de tedaviye muhtaç iken.
    Sabır, şükür ve hamd ederek Rabbine yürüdü; nitekim günahsız sıddîklar da Rablerine böyle yürürler. Allah ondan razı olsun, ihsanıyla onu memnun etsin.


+ الرد على الموضوع

الأعضاء الذين شاهدوا هذا الموضوع : 0

You do not have permission to view the list of names.

لا يوجد أعضاء لوضعهم في القائمة في هذا الوقت.

المفضلات

المفضلات

ضوابط المشاركة

  • لا تستطيع إضافة مواضيع جديدة
  • لا تستطيع الرد على المواضيع
  • لا تستطيع إرفاق ملفات
  • لا تستطيع تعديل مشاركاتك
  •